Bunun böyle olmasının en önemli nedeni onlardaki görsel güzelliktir. Bu mekanların ibadet edilen mekanlar olması ya da yaşanılan mekanlar olması önemli değildir. Çünkü yaşı özellikle yüzün üzerinde olan tüm mekanlarda bizleri çeken bir büyü vardır.
İlginç olan şudur ki bina ne ile yapılmış olursa olsun hayranlık uyandırıcıdır. Ahşap konaklar da, taş binalar da mermer saraylar da aynı harikuladeliktedir.
Deniz kıyısında ahşap bir yalının estetiğini de, Anadolu’nun ücra bir kasabasındaki taş konağın cumbalarının zarafetini de veya bir padişah sarayının dantel gibi işlenen mermer işçiliğini de “vay anasına arkadaş bu nasıl bir işçiliktir” diye izliyoruz.
Bundan 200 yıl önce yapılmış bir Anadolu kasabasındaki evin odalarındaki ahşap işçiliğine hayranlıkla bakarken, duvarlarına kök boya ile yapılmış kır çiçeklerinin güzelliğine doyamıyorsak bu şimdiki zaman yapılarının zevksiz ve sakilliğindendir.
Son 70-80 yıldır yapılan yapılar sadece zevksiz yapılsa iyi de aynı zamanda hem ruhsuz hem de çürük.
Zevksizliği, basitliği onları sadece dört duvardan ibaret yaşamak hatta sadece barınmak için yapılmış kifayetsiz mekanlar haline getiriyor.
Burada daha vahim bir meseleye gelmek isterim.
Özellikle son yıllarda teknolojinin gelişmesiyle binalarda kullanılan materyallerde inanılmaz değişiklikler olmaktadır. Bu değişikliklerin tamamına yakını insanların günlük yaşamada daha rahat etmelerine yönelik olması gerekirken başlarına dert olmaktadır.
Esasen yeni yapılmış bir binaya girdiğinizde elektrik malzemelerinden tutun da yer döşemesine, bataryalarından duvar kağıtlarına kadar öyle değişiklikler öyle güzellikle sergilenmiş ki önce hayranlıkla bakıyoruz ama iş kullanmaya geldiğinde işte zurna tam da orada “zırt” diyor.
Hemen hemen her binada kaliteli ve keyifli malzemeler kullanılmışken bir süre sonra o kaliteli ürünler bozulmaya, kırılmaya veya deforme olmaya başlıyor.
Piyasanın bildiği en kaliteli markanın kapı kolları yerinden sökülmeye, kolları elinde kalmaya başlıyor, parkelerin arası açılmaya, duvar kağıtları sökülmeye, pencerelerin fitillerinden soğuk ya da toz gelmeye başlıyor.
Ne oluyor demeye kalmadan elektrik prizleri bozulmaya, kartonpiyerler gevşemeye, kalorifer peteklerinden sular sızmaya, tuvalet malzemelerinde arızalar peyda olmaya başlıyor.
Kafanızda tek bir soru NEDEN?
Sonra fark ediyorsunuz ki tek sorun İŞÇİLİK.
Yüzyıllar önce yapılan yapılar hem de ilkel metotlarla ve ilkel malzemelerle yapılan şeyler bozulmadan, kırılmadan bu zamana kadar gelirken bizim dünyanın parasını vererek yaptırdığımız ürünlerin elimizde kalmasının nedeni işte burada yatıyor. İşin ehli olmadığı halde sadece ucuza çalışıyor diye tutulan başka milletlerden gelen işsiz güçsüz tayfasını üç kuruş kar edeceğim diye o kaliteli malzemeyi ellerine verirseniz olacağı budur işte.
Hele hele büyük şirketlerin taşeronlara verdiği muazzam binalar ve sitelerde çalışanlarının büyük bölümü sigortasız, kalifiyesiz ve yeteneksiz kişilerle dolu. Bu insanlarla çalışmak ilk etapta işverenin işine geliyor. Normal bir işçi tutsa asgari ücretiydi muhtasarıydı vergisiydi derken dünya paraya mal oluyor, bunu da metrekare birim fiyatına yansıtsa maliyetler artıyor, satışlar azalıyor. Bu mesele sadece inşaatlarda değil hemen her yerde geçerli ama inşaatlarda bina sakinlerine yansıyan derdi daha fazla.
Böyle giderse depreme veya doğal felaketlere gerek kalmadan kendiliğinden sapır sapır dökülür binalar.